Victor Hugo, sadece Notre Dame'ın Kamburu ve Sefiller'in yazarı değil, aynı zamanda toplumsal adaletsizliğe karşı kalemiyle savaşan bir aktivistti. 1829'da yayımlanan Bir İdam Mahkumunun Son Günü (Le Dernier Jour d'un Condamné), onun idam cezasına karşı yazdığı en güçlü ve kişisel eserlerden biridir. Bu kısa ama etkileyici roman, okuru, adı bile verilmeyen bir mahkumun zihninin derinliklerine götürerek, ölüm cezasının insan ruhunda yarattığı tahribatı tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer.
Roman, ilk kişi anlatımıyla yazılmış bir "günlük" formatındadır. Mahkum, idamına kalan son altı haftayı, daha doğrusu son gününü anlatır gibidir, ancak anıları ve düşünceleriyle geriye dönüşler yapar. Bu teknik, okur ile mahkum arasında derin bir empati bağı kurar. Mahkumun adının olmaması, onun "herhangi bir insan", suçun ve cezanın sıradan bir kurbanı olduğu izlenimini güçlendirir.
Anlatıcı, Bicêtre Hapishanesi'ndeki hücresinde, giyotinde idam edileceği günü beklemektedir. İlk bölümlerde, mahkeme sürecini, jürinin soğuk bakışlarını ve ölüm cezasını duyduğu anı hatırlar. Düşünceleri kaotiktir; bir an umutlanır (kralın affedeceği hayali), bir an en derin umutsuzluğa düşer. Hücresindeki her nesne (küçük pencere, kapı, yatak) ona ölümünü hatırlatır.
Mahkum, sık sık geçmişine, özellikle de üç yaşındaki sevgili kızına ve eşine döner. Onları bir daha asla göremeyecek olmanın acısı, fiziksel acıdan bile beter gelir. Bu sahneler, onun sadece bir "suçlu" değil, aynı zamanda bir baba ve eş olduğunu vurgulayarak okurun yargılarını sarsar.
Victor Hugo, mahkumun ağzından toplumun ikiyüzlülüğünü eleştirir. İnsanların bir infazı seyretmek için sanki bir eğlenceye gelir gibi toplandığını, gazetelerin olayı sansasyonel bir habere dönüştürdüğünü anlatır. Mahkum, kendi suçunu (ne olduğu asla açıkça söylenmez) düşünür ve toplumun onu "canavar"laştırmasını içselleştirir.
Zaman, roman boyunca ana karakterdir. Mahkum, kalan zamanını "altı hafta", "bir ay", "iki gün" şeklinde sayarak geçirir. Son bölümde, onu infaz alanına götürecek olan törensel ve işkenceye dönüşmüş yolculuk anlatılır. Paris sokaklarından geçerken gördüğü sıradan hayat (kahkahalar atan insanlar, koşuşturan çocuklar) ona dayanılmaz gelir. Sonunda, Hôtel de Ville (Belediye Sarayı) meydanında kalabalığın ve giyotinin karşısına çıkar.
Roman, mahkumun giyotine götürülürken yazdığı son cümlelerle biter. Artık kelimeler tükenmiştir. Son satırlar, tamamen büyük harflerle yazılmış, anlamsız bir çığlık ve saat tik taklarına dönüşmüş gibidir: "SAAT DÖRT! DÖRT! İDAM! İDAM!" Bu şok edici bitiş, okuru mahkumun son anında yaşadığı saf dehşetin içinde bırakır.
Victor Hugo, bu romanı yazarken net bir amaç güdüyordu: İdam cezasını tüm çıplaklığı ve vahşetiyle tasvir ederek, toplumu bu uygulamayı sorgulamaya zorlamak. Eser, suçun kendisinden çok, cezanın insanlık dışı doğasına odaklanır. Yazarın önsözünde de belirttiği gibi, amaç "idam cezasını ortadan kaldırmak" için bir savunu (plaidoyer) sunmaktır. Mahkumun suçunun ne olduğunun belirsiz bırakılması, odak noktasının "ne yaptığı" değil, "ona ne yapıldığı" olmasını sağlar.
Bir İdam Mahkumunun Son Günü, romantik edebiyatın toplumsal sorunlara yönelen en önemli örneklerindendir. Sade ve dolaysız anlatımı, psolojik derinliği ve güçlü insani mesajıyla, zamanının çok ötesine uzanan bir eserdir. İdam cezası tartışmalarında hâlâ bir referans noktası olarak anılır. Hugo, bu kısa romanla, okuyucuya şu temel soruyu sordurur: "Devletin, bir insanın hayatına son verme hakkı var mıdır?" Cevabı, mahkumun son çığlığında saklıdır.
Bu eser, insan olmanın, ölümle yüzleşmenin ve toplumun gaddarlığının evrensel bir portresini çizer. Victor Hugo'nun dehası, bizi bir katille değil, bir insanla empati kurmaya zorlamasında yatar.