Amin Maalouf'un 1988 tarihli ünlü romanı Semerkant, ismini Orta Asya'nın kadim ve büyülü şehrinden alır. Ancak kitabın konusu, sadece bir şehirden ibaret değildir. Roman, iki ana eksende ilerleyen, tarih ile kurgunun ustalıkla harmanlandığı epik bir hikayedir. Merkezinde ise, dünya edebiyatının en bilge ve gizemli karakterlerinden biri durur: Ömer Hayyam.
Romanın ilk bölümü, bugün daha çok Rubailer'iyle tanıdığımız Ömer Hayyam'ın yaşadığı döneme, 11. ve 12. yüzyıl İran'ına odaklanır. Maalouf, Hayyam'ı sadece bir şair değil, aynı zamanda döneminin önde gelen bir matematikçisi, astronomu ve filozofu olarak resmeder. Bu bölümde okur, Hayyam'ın:
İkinci bölüm, yaklaşık 900 yıl sonrasına, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başına sıçrar. Amerikalı bir şair ve maceraperest olan Benjamin O. Lesage, Hayyam'ın kayıp olduğu sanılan orijinal Rubaiyat el yazmasının izini sürmektedir. Bu yolculuk onu:
Semerkant'ın konusunu tek bir cümleye sığdırmak gerekirse: "Ömer Hayyam'ın yazdığına inanılan orijinal Rubaiyat el yazmasının, yüzyıllar boyunca süren kaderini ve bu kader etrafında örülmüş insan hikayelerini anlatır." Ancak roman, bu temel olay örgüsünün çok ötesine geçer.
Maalouf, Hayyam'ı geleneksel "sadece şarap ve zevk düşkünü şair" kalıbından çıkarır. Onu, derin bir şüpheci, özgür düşünceli bir bilim insanı ve kendi inancını sorgulayan kompleks bir karakter olarak sunar. Hayyam'ın rubaileri, romanda sadece alıntılanmakla kalmaz, hikayenin ruhunu ve karakterlerin iç dünyasını şekillendirir.
Semerkant, sürükleyici bir macera romanı olmanın yanı sıra, tarihi bir belgesel ve felsefi bir deneme niteliği de taşır. Okuru, İran'ın görkemli geçmişinden Titanik'in soğuk sularına uzanan, soluk kesici bir zaman yolculuğuna çıkarır. Ömer Hayyam'ın bilgeliğinin, bir kitabın sayfalarına hapsolmadığını, asırlar boyunca insanlığın peşinden koştuğu bir hazineye dönüştüğünü gösterir. Bu roman, bir şehrin, bir el yazmasının ve nihayetinde insan ruhunun hikayesidir.