20. yüzyılın başları, Osmanlı İmparatorluğu için bir varoluş mücadelesi dönemiydi. "Hasta Adam" olarak anılan bu köklü devlet, hem içerideki sorunlarla hem de dışarıdaki emperyalist güçlerin baskısıyla boğuşuyordu. Bu makalede, imparatorluğun çöküş sürecine giden yoldaki durumunu ana hatlarıyla inceleyeceğiz.
Osmanlı Devleti, 19. yüzyıl boyunca hızlanan çözülme sürecini 20. yüzyıla taşımıştı. Temel sorunlar şunlardı:
1908 Jön Türk Devrimi'nden sonra iktidarı fiilen ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, devleti modernleştirerek ve merkezileştirerek kurtarmayı hedefliyordu. Ancak uyguladıkları "Osmanlıcılık" politikası Balkan Savaşları'ndaki büyük hezimetle çökmüş, yerini daha milliyetçi bir "Türkçülük" politikası almıştı.
Osmanlı Devleti, "Şark Meselesi" adı altında parçalanma planlarıyla karşı karşıyaydı. İngiltere, Fransa ve Rusya gibi büyük güçler, Osmanlı topraklarını nüfuz alanlarına ayırmıştı. Almanya ise bu durumu kendi lehine çevirmek için "Drang nach Osten" (Doğu'ya Yayılma) politikasıyla Osmanlı'yı müttefik olarak görüyor ve etkisini artırıyordu.
Bütün bu kaos ve istikrarsızlık ortamında Osmanlı Devleti, kendisini bir dünya savaşının eşiğinde buldu. İttihatçı liderler, kaybettikleri toprakları geri almak ve devleti emperyalist baskıdan kurtarmak umuduyla, Almanya'nın yanında savaşa girmenin kaçınılmaz olduğuna inanıyorlardı. Bu karar, imparatorluğun sonunu getirecek en büyük adım olacaktı.
20. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti, iç ve dış dinamiklerin yarattığı müthiş bir baskı altındaydı. Ekonomik iflas, toprak kayıpları, siyasi krizler ve emperyalist müdahaleler, çok uluslu bir imparatorluğu ayakta tutmayı neredeyse imkansız hale getirmişti. Bu zorlu koşullar, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna giden sancılı sürecin de temelini oluşturdu.