Peyami Safa'nın başyapıtı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. 1930 yılında yayımlanan bu roman, sadece fiziksel bir hastalığın değil, aynı zamanda bir gencin iç dünyasında yaşadığı büyük buhranların, aşkın, yalnızlığın ve toplumsal çatışmaların da hikayesidir. Eser, yarı otobiyografik özellikler taşır ve yazarın kendi çocukluk döneminde yaşadığı kemik hastalığından derin izler taşır.
Roman, ismini olayların geçtiği hastanenin "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu"ndan alır. Anlatıcı, 15 yaşında, adı verilmeyen bir gençtir. Bacağındaki kemik veremi (kemik tüberkülozu) nedeniyle sık sık bu koğuşa yatmakta ve acılı bir tedavi süreci geçirmektedir. Bu fiziksel acı, onun ruh halini de derinden etkiler.
Roman, kronik bir acının sadece bedeni değil, ruhu da nasıl kemirdiğini gözler önüne serer. Karakterin hastalıkla olan mücadelesi, bir varoluş savaşına dönüşür.
Hasta genç, kendisini toplumdan soyutlanmış hisseder. Sağlıklı insanların dünyası ona uzaktır. Bu, "hasta" ile "sağlam" arasındaki psikolojik ve sosyal uçurumu simgeler.
Her şeye rağmen, roman tamamen bir karamsarlık hikayesi değildir. Karakter, tüm zorluklara rağmen hayata tutunmaya, iyileşmeye ve kendini bulmaya çalışır. Bu mücadele, insan ruhunun dayanıklılığını gösterir.
Peyami Safa, bu romanda psikolojik tahlillerdeki ustalığını konuşturur. Olaylardan ziyade, kahramanın iç dünyasındaki fırtınalara odaklanır. İç monolog tekniğini sıklıkla kullanarak, okuyucuyu karakterin en derin düşünce ve korkularına ortak eder. Açık, yalın ve son derece etkileyici olan dili, okuyucuyu hikayenin içine çeker.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, insanın acı karşısındaki çaresizliğini ve direncini aynı anda resmeden, zamansız bir klasiktir. Sadece edebi bir şaheser olmakla kalmaz, aynı zamanda insan ruhunun karanlık dehlizlerine açılan bir pencere sunar.