20. yüzyılın başlarında, özellikle Almanya'da ortaya çıkan Ekspresyonizm (Dışavurumculuk), sanat tarihindeki en tutkulu ve duygu yüklü akımlardan biridir. Realizm ve İzlenimciliğin dış dünyayı objektif bir şekilde yansıtma çabasına karşılık, Ekspresyonizm, sanatçının iç dünyasını, hislerini, kaygılarını ve öznel deneyimlerini ön plana çıkarır. Amacı güzelliği yakalamak değil, gerçeği olduğu gibi değil, hissedildiği gibi aktarmaktır.
Akım, 1900'lerin başında, sanayileşmenin hızlandığı, büyük şehirlerin yalnızlaştırdığı ve I. Dünya Savaşı öncesi endişelerin arttığı bir dönemde filizlendi. Sanatçılar, toplumun katı kurallarına, yozlaşmaya ve modern hayatın anlamsızlığına bir tepki olarak, içlerindeki fırtınaları tuval, sahne veya kâğıt üzerine dökmeye başladılar. "İçsel gereklilik" en önemli ilkeleriydi.
Akım, resimden edebiyata, sinemadan tiyatroya birçok alanda kendini gösterdi.
Alman Ekspresyonist Sineması, karanlık dekorlar, keskin gölge-ışık oyunları (chiaroscuro) ve çarpık perspektiflerle psikolojik gerilimi görselleştirdi. Robert Wiene'nin "Dr. Caligari'nin Muayenehanesi" (1920) ve F. W. Murnau'nun "Nosferatu" (1922) başyapıtlarındandır.
Özellikle şiir ve tiyatroda, toplumsal eleştiri ve bireyin iç çatışmaları işlendi. Franz Kafka ve Georg Trakl önemli isimlerdendir.
Ekspresyonizm, sonraki birçok sanat akımını derinden etkilemiştir. Soyut Ekspresyonizm, Neo-Ekspresyonizm ve hatta bazı çizgi roman ve animasyon stilleri (örneğin, Tim Burton filmleri) onun duygusal ve biçimsel dilinden beslenir. Günümüzde, sanatçıların içsel dünyalarını doğrudan, filtresiz ve güçlü bir şekilde ifade etme özgürlüğünün öncüsü olarak görülür.
Sonuç olarak, Ekspresyonizm, sanatı dış dünyanın bir kopyası olmaktan çıkarıp, sanatçının ruhunun bir aynası haline getiren devrimci bir harekettir. Bize, sanatın en temel işlevlerinden birinin, insanın görünmeyen içsel gerçekliğini görünür kılmak olduğunu hatırlatır.