Felsefe tarihinde kimi akımlar, tüm düşünce geleneğini kökünden sarsar. Fenomenoloji ya da Türkçe adıyla Görüngübilim de tam olarak böyle bir etki yaratmış, 20. yüzyıl felsefesine, sanatına ve hatta psikolojisine damgasını vurmuş bir düşünce hareketidir. Peki, nedir bu "fenomenlerin bilimi"? Gelin, bu derin ve etkili felsefi yaklaşımı birlikte keşfedelim.
Fenomenolojinin kurucusu kabul edilen Edmund Husserl, bu akımın sloganını asırlar öncesinden bir sesle ifade eder: "Zu den Sachen selbst!" yani "Şeylerin kendisine dön!". Burada kastedilen, gündelik önyargılarımızdan, bilimsel varsayımlardan, dini veya felsefi dogmalardan tamamen sıyrılarak, bize doğrudan verilen deneyime, yani fenomenlere odaklanmaktır.
Fenomen, Yunanca phainómenon (kendini gösteren, görünen) kelimesinden gelir. Fenomenoloji için asıl olan, nesnelerin "kendi başlarına" ne olduğu değil, bilincimize nasıl göründükleridir. Yani bir ağacı değil, "ağaç deneyimini"; sevgiyi değil, "sevilme veya sevme deneyimini" konu edinir.
Bu "saf deneyime" ulaşmak için Husserl, ünlü fenomenolojik indirgeme ya da epoché yöntemini önerir. Bu, dünyaya dair tüm inanç ve kabullerimizi geçici olarak "askıya almak", onları bir parantez içine koymaktır.
Örneğin, önümüzdeki masanın ağırlığı, atomik yapısı, fiyatı gibi tüm dışsal bilgileri paranteze alırız. Geriye kalan, sadece görme, dokunma duyumlarıyla deneyimlediğimiz masa görüngüsüdür.
Husserl'in titiz, neredeyse bilimsel metodolojisi, sonrasında farklı filozoflar tarafından farklı yönlere taşınmıştır:
Heidegger, fenomenolojiyi salt bilinç çözümlemesi olmaktan çıkarıp "varlığın anlamı" sorusuna yöneltmiştir. Ona göre asıl fenomen, insanın (Dasein'ın) dünya-içinde-varlık oluşudur. Endişe, ölüm, zaman gibi temel deneyimler fenomenolojinin konusu haline gelir.
Sartre, fenomenolojiyi varoluşçu felsefeyle birleştirdi. "Varlık ve Hiçlik" eserinde, bilinç (kendisi-için-varlık) ile şeyler (kendinde-varlık) arasındaki radikal ayrımı fenomenolojik bir bakışla inceledi. "Başkası"nın bakışı, utanç, özgürlük gibi temaları işledi.
Merleau-Ponty, fenomenolojide devrim yaparak odağı bedene kaydırdı. Ona göre dünyayı deneyimleyen salt bir zihin değil, bedenlenmiş bir varlıktır. Algı, bedenin dünyayla kurduğu canlı diyalogdur. "Algının Fenomenolojisi" bu bakışın başyapıtıdır.
Fenomenoloji, felsefeyle sınırlı kalmamıştır:
Fenomenoloji, bize dünyayı olduğu gibi değil, olduğumuz gibi gördüğümüzü hatırlatır. Her deneyim, bilincimizin aktif bir katılımıdır. Bu felsefe, hayatın otomatik pilotta yaşanan bir süreç olmadığını; her anın, dikkatle ve önyargısız bakıldığında nasıl da zengin ve anlamlı bir görüngüler dünyasına dönüşebileceğini gösterir. Bir an durup, "Ben bunu tam olarak nasıl deneyimliyorum?" diye sormak, işte bu büyük felsefi geleneğin gündelik hayata en değerli armağanıdır.
Kendini gösterenin bilgisine doğru yapılan bu yolculuk, aslında insan olmanın anlamına dair bitmeyen bir sorgulamadır.