İlahi kaynaklı iki büyük din olan Hristiyanlık ve İslamiyet, tarih boyunca derin ve sistematik birer düşünce geleneği oluşturmuştur. Her ikisi de Antik Yunan felsefesi, özellikle de Aristoteles ve Platon’un düşünceleriyle diyalog içinde gelişmiş olsa da, temel kabulleri, sorunları ele alış biçimleri ve sentez yöntemleri açısından önemli farklılıklar taşır. Bu yazıda, iki büyük felsefi geleneğin karakteristik ayrımlarını ana hatlarıyla inceleyeceğiz.
Hristiyan felsefi geleneği, Roma İmparatorluğu'nun resmi dini haline gelen Hristiyanlığın, Greko-Romen felsefesiyle (özellikle Yeni Platonculuk ve Stoacılık) erken dönemde buluşmasıyla şekillenmiştir. İslam felsefesi ise (Felsefe veya Hikmet), 8. yüzyıldan itibaren Arapça'ya yapılan tercümeler vasıtasıyla Antik Yunan mirasını devralmış ve onu Kur'anî öğretilerle harmanlayarak kendine özgü bir sistem kurmuştur.
Hristiyan: Creatio ex nihilo (yoktan yaratılış) mutlak bir doktrindir. Aquinas, bunu Aristotelesçi nedensellikle temellendirmeye çalışır.
İslam: İbdâ' (yoktan yaratma) kabul edilir, ancak Kindî, Farabi ve İbn Sina gibi filozoflar, daha çok zamansal değil, özsel bir bağımlılık olarak yorumlayıp sudur teorisiyle açıklamaya meyletmişlerdir.
Hristiyan (Skolastik): "Felsefe, teolojinin hizmetçisidir" (Philosophia ancilla theologiae). Akıl, inancın anlaşılmasına hizmet eder.
İslam (Meşşâî): Akıl ve vahiy, hakikatin iki kaynağıdır ve çatışmaz. Çatışır gibi görünürse, vahiy sembolik dil kullanıyordur ve akılla te'vil edilmelidir (İbn Rüşd'ün çifte hakikat değil, tek hakikat teorisi).
Hristiyan: Ruh, bedenden ayrı, bireysel ve ölümsüz bir cevherdir. Bireysel kurtuluş ve diriliş esastır.
İslam: Ruh (nefs) kademeli bir gelişim sürecinden geçer. Ölümsüzlük kabul edilir, ancak İbn Rüşd gibi bazı filozoflar faal akıl ile birleşme (ittisal) fikrini öne çıkararak bireysel ruhun ölümsüzlüğünü felsefi olarak sorgulamıştır.
Hristiyan felsefesi, imanın sırlarını akıl ile aydınlatmaya odaklanırken; İslam felsefesi, vahyin gösterdiği yolda aklı en üst düzeyde işletmeye vurgu yapar. Her iki gelenek de, insan aklının en nihai sorulara cevap arayışının, inançla nasıl verimli bir diyaloğa girebileceğinin tarihsel kanıtlarıdır. Orta Çağ Avrupası'nın Skolastik düşünürleri, İbn Sina ve İbn Rüşd'ün eserleri olmadan düşünülemez. Bu karşılaştırma, birini diğerinden üstün kılmak için değil, insan düşüncesinin zenginliğini ve farklı kültürel bağlamlarda nasıl dallanıp budaklandığını anlamak için değerlidir.