Osmanlı İmparatorluğu, 600 yılı aşkın ömrü boyunca karmaşık ve işlevsel bir devlet yönetimi geliştirmiştir. Bu sistemin merkezinde padişah ve onun halefi olarak yetiştirilen şehzadeler bulunurdu. İktidarın hem somutlaşmış hâli hem de geleceğinin teminatı olan bu iki kurum, devletin siyasi istikrarında belirleyici rol oynamıştır.
Osmanlı Devleti’nde padişah, hem dünyevi hem de dini otoritenin (kut ve kutsiyet) tek temsilcisiydi. Unvanları arasında "Han", "Sultan", "Hüdavendigar" ve özellikle Yavuz Sultan Selim'den sonra "Halife" de bulunurdu.
Tahta geçiş, başlangıçta ekber ve erşed (en yaşlı ve en olgun hanedan üyesi) kuralından ziyade genellikle kardeş katlini de içeren bir mücadele ile olurdu. I. Ahmed'den (1603) itibaren "ekberiyet" usulü resmiyet kazandı. Cülus merasiminden sonra cülus bahşişi dağıtılır ve ilk Cuma selamlığında kılıç kuşanılırdı.
Padişahın erkek çocukları olan şehzadeler, devletin gelecekteki yöneticileri olarak titizlikle yetiştirilirdi. Onların eğitimi ve deneyimi, devletin sürekliliği için hayati önem taşırdı.
Bu iki kurumun ilişkisi, devletin gücüyle doğrudan bağlantılıydı.
Sancak usulü sayesinde deneyimli, savaş ve yönetimden anlayan padişahlar yetişti. Şehzadeler, birer "küçük hükümdar" gibi hareket ederek bölge yönetimini öğrendi.
Kafes usulü, taht kavgalarını ve isyanları azaltsa da, dünyadan habersiz, deneyimsiz, vezirlerin ve saray kadınlarının etkisinde kalan padişahların tahta çıkmasına neden oldu. Bu, merkezi yönetimin kalitesinin düşmesine katkıda bulundu.
Osmanlı devlet yönetiminin çekirdeğini oluşturan padişah ve şehzade kurumları, hanedanın ve devletin bekasını sağlamak üzere kurgulanmıştı. Başlangıçtaki pratik, rekabetçi ve deneyime dayalı sistem, zamanla tecrit edici, korumacı ve deneyimsizleştirici bir yapıya evrildi. Bu dönüşüm, yalnızca hanedanın iç işleyişini değil, aynı zamanda koskoca bir imparatorluğun yönetim dinamiklerini ve nihayetinde kaderini de derinden etkilemiştir.