Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun 1928'de yayımlanan Sodom ve Gomore romanı, Türk edebiyatının en keskin toplumsal eleştirilerinden biridir. Roman, adını Tevrat'ta geçen ve günahkarlıkları nedeniyle Tanrı tarafından yok edilen iki şehirden alır. Karaosmanoğlu, bu isimle, İstanbul'un işgal altındaki (1919-1920) bazı çevrelerini, ahlaki çöküntü ve milli değerlerden kopuş anlamında sembolize eder.
Roman, iki zıt dünyanın çarpışması üzerine kuruludur:
Olaylar, İstanbul'un işgal altında olduğu günlerde geçer. Leyla ve kocası Necdet, sürekli partilerin, eğlencelerin ve işgalci subaylarla kurulan yakın ilişkilerin olduğu bir hayat sürer. Bu hayat, adeta İstanbul'u bir "Sodom ve Gomore"ye çevirmiştir. Samim ise bu çevrenin içinde olmasına rağmen, onların yaşam tarzına yabancılaşmış, Anadolu'da verilen mücadeleye gıptayla bakan bir aydındır.
Leyla'nın kız kardeşi Azize, hasta yatağındaki annesinin bile umurunda olmadığı bu çürümüş ortamdan tiksinir ve Anadolu'ya, Milli Mücadele'ye katılmak üzere kaçar. Bu olay, romanın dönüm noktasıdır. Azize'nin kaçışı, Samim'de de bir uyanışa sebep olur ve o da sonunda İstanbul'u, bu "bataklığı" terk etmeye karar verir. Roman, Samim'in İstanbul'dan ayrılış sahnesiyle son bulur; bu bir fiziksel ayrılış olduğu kadar, iki değerler dünyası arasındaki kesin kopuşun da sembolüdür.
Sodom ve Gomore, Yakup Kadri'nin Kiralık Konak ve Hüküm Gecesi gibi romanlarıyla birlikte Türk toplumunun geçiş dönemini anlatan önemli bir halkadır. Roman, sadece tarihi bir dönemi değil, her dönemde geçerli olabilecek bir "ahlaki seçim" ve "milli şuur" meselesini ele alır. Edebiyatımızda "züppe" tipinin ve işgal İstanbul'unun en çarpıcı portrelerinden birini sunar.