Uluslararası hukukun temel prensiplerini şekillendiren, "Bozkurt-Lotus Olayı" (veya Lotus Davası), 1927 yılında Daimi Adalet Divanı'na (PCIJ) taşınmış tarihi bir davadır. Bu olay, devletlerin yargı yetkisinin sınırları, açık denizlerdeki yetki çatışmaları ve uluslararası hukukun doğası hakkında çığır açıcı bir karara yol açmıştır.
2 Ağustos 1926'da, Fransız bandıralı posta gemisi SS Lotus ile Türk bandıralı kargo gemisi Bozkurt, Ege Denizi'nin uluslararası sularında (açık denizde) çarpıştı. Bozkurt battı ve 8 Türk denizci hayatını kaybetti. Kazadan sonra Lotus gemisi İstanbul'a yanaştı.
Türk makamları, olayda kusurlu olduğunu düşündükleri Lotus gemisinin Fransız kaptan yardımcısı Demons'u tutukladı ve ihmalkârlıktan dolayı yargıladı. Fransa ise, açık denizlerde işlenen bir suçta, sadece geminin bayrak devletinin (Fransa) yargı yetkisi olduğunu iddia ederek bu duruma itiraz etti. Anlaşmazlık, o dönemin en yüksek uluslararası mahkemesi olan Daimi Adalet Divanı'na götürüldü.
Divan, oyçokluğuyla (Başkan vekili ile birlikte 6'ya karşı 6 oy ve Başkan vekilin kullandığı ikinci oy) Türkiye lehine karar verdi. Karar, uluslararası hukuk doktrininde "Lotus Prensibi" olarak anılacak şu temel fikri ortaya koydu:
"Uluslararası hukuk, devletlerin egemenliğini sınırlamaz; aksine, egemenlik devletlerin serbestçe hareket edebileceği bir alandır. Bir devlet, uluslararası hukukta açıkça yasaklanmamış her eylemi gerçekleştirmekte özgürdür."
Mahkemeye göre, Türkiye'nin Demons'u yargılaması, uluslararası hukukta açıkça yasaklanmış bir eylem değildi. Çarpışmanın bir Türk gemisinde ölümle sonuçlanması (suçun kısmen Türk toprağında işlenmiş sayılması), Türkiye'ye yargı yetkisi için yeterli bir bağlantı (nisbi) oluşturuyordu.
Bozkurt-Lotus Davası, Türkiye açısından büyük bir hukuki ve diplomatik başarıdır. Nedenleri:
Bozkurt-Lotus Olayı, uluslararası hukukun "yapılış sürecine" dair önemli bir pencere açar. Devletlerin, yasaklanmamış alanlarda hareket özgürlüğü olduğu fikri, zamanla yerini daha fazla teamül ve antlaşma kuralına bıraksa da, dava devlet egemenliği, yargı yetkisi ve uluslararası hukukun kaynakları konusundaki tartışmaların merkezinde kalmaya devam etmektedir. Türkiye'nin bu davadaki başarısı, uluslararası hukuk tarihine adını yazdıran, akademik kitaplarda okutulan ve avukatlar tarafından hâlâ atıf yapılan şanlı bir hukuk mücadelesi örneğidir.