İvan Gonçarov’un 1859’da yayımlanan başyapıtı Oblomov, sadece bir roman değil, aynı zamanda toplumsal bir fenomenin ve insan psikolojisinin derinlemesine bir incelemesidir. “Oblomovluk” kavramını edebiyat tarihine kazandıran bu eser, tembellik, atalet ve eylemsizliği merkezine alarak, modern insanın içindeki “yapmama” dürtüsünü eşsiz bir şekilde resmediyor.
Roman, adını başkahramanı İlya İlyiç Oblomov’dan alır. Zengin bir toprak sahibi olan Oblomov, Saint Petersburg’da lüks bir apartman dairesinde, uşağı Zahar’ın hizmetinde, neredeyse sürekli yatakta veya kanepede geçen bir hayat sürer. Onun için en küçük bir eylem (bir mektup yazmak, taşınmayı düşünmek, sosyalleşmek) bile aşılmaz bir dağ gibidir. Hayaller ve niyetler, asla eyleme dönüşmez.
Oblomov’un tembelliği, basit bir tembellik değil, varoluşsal bir durumdur. Gonçarov, bunun kökenlerini ünlü “Oblomov’un Rüyası” bölümünde okura gösterir. Bu bölümde, Oblomov’un çocukluğunun geçtiği, zamanın durduğu, hiçbir şeyin yapılmadığı, korumacı ve aşırı rahat bir ortam olan Oblomovka köyü anlatılır. Bu, onun karakterinin ve dünya görüşünün şekillendiği yerdir. Oblomov, dış dünyanın sorumluluklarını, çatışmalarını ve acımasız gerçeklerini reddeder; çocukluğunun güvenli, hareketsiz cennetine sığınır.
Roman, Oblomov’un karşısına onun tam zıttı bir karakter olan Andrey Ştoltz’u çıkarır. Yarı Alman, yarı Rus olan Ştoltz; enerjik, pratik, girişimci ve dünyayı dolaşan bir iş adamıdır. Bu ikili, iki farklı yaşam felsefesini, iki farklı Rusya’yı temsil eder: atalet ve nostalji ile ilerleme ve Batılılaşma. Ştoltz, Oblomov’u hayata döndürmek için elinden geleni yapar, hatta onu sevdiği kadın Olga Sergeyevna ile tanıştırır.
Olga, Oblomov’un hayatına giren canlı, kültürlü ve idealist bir genç kadındır. Oblomov ona aşık olur ve bu aşk, onu kısa süreliğine de olsa harekete geçirir. Ancak Oblomov, bu ilişkinin getireceği sorumluluklardan (evlilik, toplumsal yaşam) yenide korkar ve kaçar. Olga’nın Oblomov’u “düzeltme” çabaları, nihayetinde başarısız olur. Bu ilişki, idealler ile eylemsizlik arasındaki trajik çatışmayı gözler önüne serer.
Oblomov, Olga’dan ve aktif hayattan kaçtığı yeri, Agafya Psşenitsyna’nın sakin, basit evinde bulur. Bu ev, çocukluğundaki Oblomovka’nın bir yansıması gibidir. Agafya, ona annesi gibi bakar, hiçbir talebi yoktur. Oblomov, burada tamamen ataletine teslim olur ve hayatının sonuna kadar bu konforlu hapishanede yaşar.
Oblomov, her okuyanda farklı bir iz bırakır. Kimimiz onda kendi tembel yanımızı görürüz, kimimiz onun trajik kayıplığına üzülürüz. Gonçarov, yargılamadan, derin bir şefkat ve ironiyle çizdiği bu karakterle, edebiyat tarihinin en unutulmaz tiplerinden birini yaratmıştır. Eğer siz de “bir şeyler yapmayı çok isteyip de yapamadığınız” anlar yaşıyorsanız, Oblomov size çok tanıdık gelecektir. Bu roman, sadece Rus edebiyatının değil, dünya edebiyatının da “insanı anlama” konusundaki en keskin gözlemlerinden biridir.
Okuyucuya Not: Oblomov’u okurken sabırlı olun. Onun yavaş temposu, aslında romanın atmosferinin ve mesajının bir parçası. Kendinizi Oblomov’un kanepesine bırakın ve bu derin karakter portresinin içinize işlemesine izin verin.