Zan, Arapça kökenli bir kelime olup kesin bilgiye dayanmayan tahmin, sanı ve şüphe anlamına gelir. İnsan zihninin, eldeki veriler yetersiz olduğunda tamamlayıcı bir mekanizma olarak devreye soktuğu bir değerlendirme biçimidir. Ancak zan, gerçeklik değil, gerçekliğe dair bir varsayımdır. İslami literatürde ve günlük ahlak tartışmalarında ise zan, özellikle iki zıt kutupta ele alınır: Suizan (kötü zan) ve Hüsnizan (iyi zan).
Suizan, bir kişi veya durum hakkında kanıt olmadan olumsuz hükümler vermek, kötüye yormak ve şüpheyle yaklaşmaktır. Psikolojik ve sosyal açıdan toksik etkileri büyüktür.
Kur'an-ı Kerim'de, Hucurat Suresi 12. ayette, "Zannın bir çoğundan sakının" denilerek suizandan kaçınılması emredilir.
Hüsnizan ise, aksine bir delil olmadıkça insanlar hakkında iyi düşünmek, niyetlerini ve eylemlerini olumlu yorumlamaktır. Bu, naiflik veya gerçekleri görmezden gelmek değil, önyargısız ve merhametli bir yaklaşımdır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde, "Mümin, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir" buyurarak, müminin karakterinin güven verici olması gerektiğine işaret eder. Bu güven, hüsnizan ile beslenir.
Zan, kaçınılmaz bir zihinsel süreçtir. Önemli olan onu yönetmeyi öğrenmektir. İşte birkaç ipucu:
Zan, insan olmanın doğal bir parçasıdır. Onu tamamen yok etmek mümkün değildir, ancak farkındalık ve niyetle yönlendirilebilir. Suizan, içimizi ve çevremizi karartan bir sis perdesiyken; Hüsnizan, ilişkilerimizi aydınlatan ve güçlendiren bir mercek görevi görür. Seçim, gerçeği arama sorumluluğundan vazgeçmeden, kalbimizi ve zihnimizi iyilikle donatmak yönünde olmalıdır.