Ölüm, belki de insanlığın üzerine en çok düşündüğü, korktuğu, merak ettiği ve anlam aradığı mutlak gerçekliktir. "Ecel" ise, bu gerçekliğe İslami ve kaderci perspektiften atfedilen vadesi gelmiş, kaçınılmaz son anlamını taşır. Bu yazıda, ölüm kavramını çok yönlü bir şekilde ele alacağız.
Tıbbi tanıma göre ölüm, organizmanın tüm biyolojik işlevlerinin geri döndürülemez biçimde sona ermesidir. Günümüzde genellikle iki şekilde tanımlanır:
Hücresel düzeyde ise, oksijen ve besin akışının kesilmesiyle başlayan ve zamanla tüm dokulara yayılan bir süreçtir.
Semavi dinler, ölümü bir yok oluş değil, geçici dünya hayatından ebedi ahiret hayatına bir geçiş olarak görür. Özellikle İslam inancında "ecel" kavramı merkezi bir öneme sahiptir.
Bu anlayış, ölümün anlamını "vaktini bekleyen bir hakikat"e dönüştürür ve hayatı bu sona hazırlık süreci olarak değerlendirmeye iter.
Filozoflar tarih boyunca ölümü farklı şekillerde yorumlamıştır:
İnsan psikolojisi, ölüm korkusu (thanatophobia) ile sürekli bir mücadele içindedir. Ernest Becker'in "Ölümü İnkar" teorisine göre, insanlar bu korkuyu kültür, din, sanat ve başarı arayışıyla sembolik olarak aşmaya çalışır. Modern toplum ise ölümü hastane duvarları arkasına saklama eğilimindedir, bu da onu yabancılaştırıp tabulaştırabilir.
Ölüm, ister "ecel" deyin ister biyolojik son, kaçınılmazlığıyla hayatımızın en büyük organizatörüdür. Onu düşünmek, bize şu soruları sordurur: Zamanımı nasıl değerli kılıyorum? Nasıl bir iz bırakacağım? İlişkilerimi nasıl sürdürüyorum? Belki de ölümün en büyük armağanı, yaşamı kıymetli kılma gücüdür. Onu anlamaya çalışmak, nihayetinde kendi hayatımızı daha derinden anlamak anlamına gelir.