Osmanlı Devleti'nin 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'na girmesi, tarihin akışını değiştiren en önemli kararlardan biridir. Bu karar, basit bir "savaşa katılma" olayından ziyade, çok katmanlı siyasi, ekonomik ve askeri hesapların bir sonucuydu. İmparatorluğun "Hasta Adam" olarak nitelendiği bir dönemde, bu büyük risk neden alındı? Gelin, bu karmaşık ve kritik tarihsel soruyu birlikte inceleyelim.
20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Balkan Savaşları'nda ağır kayıplar vermiş, topraklarının önemli bir kısmını yitirmiş ve ekonomisi büyük ölçüde yabancı devletlerin kontrolüne girmişti. "Denge Politikası" izleyerek tarafsız kalmaya çalışsa da, İttihat ve Terakki yönetimindeki hükümet, devleti bu zor durumdan kurtaracak radikal bir hamle arayışındaydı.
Osmanlı yönetimi, özellikle Rusya'nın geleneksel tehdidi karşısında kendini yalnız hissediyordu. İngiltere ve Fransa'ya yaklaşma girişimleri reddedilince, Almanya ile yakınlaşma kaçınılmaz hale geldi. Almanya ise, Osmanlı'nın jeopolitik konumundan (özellikle İngiliz sömürgelerine giden yolları kesme ve Rusya'ya karşı cephe açma) stratejik olarak faydalanmak istiyordu.
Osmanlı ekonomisi, ağır dış borçlar ve Avrupalı devletlere tanınan kapitülasyonlar nedeniyle felç olmuş durumdaydı. İttihatçılar, Almanya ile ittifakın bu ekonomik zincirleri kırmalarına, kapitülasyonları tek taraflı kaldırmalarına ve dış borç sorununu çözmelerine yardımcı olacağını umuyordu.
Özellikle Balkan Savaşları'nda kaybedilen toprakların geri alınması ve "Turancılık" ideali doğrultusunda Orta Asya'daki Türklerle birleşme hayali, savaşa girmek için güçlü bir motivasyon kaynağıydı. Kafkasya ve Mısır cephelerinin açılması bu düşüncenin ürünüydü.
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin lider kadrosu (Enver, Talat ve Cemal Paşalar), savaşın getireceği olağanüstü hal koşullarında mutlak iktidarlarını pekiştirmeyi ve muhalefeti susturmayı hedefliyordu. Alınan radikal kararlar meclis denetiminden uzak, dar bir çevrede alınıyordu.
Halife sıfatını kullanan Osmanlı Sultanı'nın İtilaf Devletleri'ne karşı "Cihat" ilan etmesi, savaşı bir "din savaşı" haline getirerek hem Müslüman tebaayı hem de sömürgelerdeki Müslümanları ayaklandırmayı amaçlıyordu. Ancak bu çağrı beklenen etkiyi yaratmadı.
Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na girmesi, tek bir nedenle değil, birbiriyle iç içe geçmiş bu faktörlerin tamamının birleşik etkisiyle gerçekleşti. İttihatçı liderlik, devleti bir ölüm-kalım mücadelesinin içinde görüyor ve tarafsız kalmanın uzun vadede parçalanmaya yol açacağına, savaşa girip zafer kazanmanın ise imparatorluğu eski gücüne kavuşturacağına inanıyordu. Ne yazık ki, bu büyük risk, hesap edilemeyen koşullar ve savaşın gidişatı nedeniyle tam bir felaketle sonuçlandı. Savaşın getirdiği insani ve ekonomik yıkım, nihayetinde 600 yıllık imparatorluğun sonunu getiren süreci hızlandırdı.
Tarihçiler, bu kararın bir "kaçınılmazlık" mı yoksa bir "macera" mı olduğu konusunda tartışmaya devam etse de, olan biten, modern Ortadoğu'nun siyasi haritasının çizilmesinde belirleyici bir rol oynadı.