Modern Türk şiirinin en gizemli, en çok konuşulan ve belki de en çok yanlış atfedilen şiirlerinden biri olan Mona Roza, edebiyat dünyamızda derin izler bırakmış bir aşk ve hasret manifestosudur. Bu yazıda, bu efsanevi şiirin gerçek sahibini, hikâyesini ve neden bu kadar özel olduğunu keşfedeceğiz.
Evet, Mona Roza şiiri, büyük Türk şairi, düşünür ve Diriliş fikrinin kurucusu Sezai Karakoç'a aittir. Şiir, ilk olarak 1950 yılında Karakoç'un "Gün Doğmadan" adlı kitabında yayımlanmıştır. Ancak uzun yıllar boyunca, özellikle kopyalanıp el yazısıyla defterlere aktarılarak yayıldığı için, kimilerince Ahmet Arif'e veya başka şairlere mal edilmiştir. Bu durum, şiirin halk arasında nasıl bir efsaneye dönüştüğünün de kanıtıdır.
Şiir, şairin gençlik yıllarında, üniversite öğrencisiyken tanıdığı ve uzaktan âşık olduğu Muazzez Akkaya adlı bir kıza ithafen yazılmıştır. "Mona Roza", İtalyanca'da "Pembe Hanımefendi" anlamına gelir ve şairin sevgilisini sembolize eder. Şiirdeki derin yalnızlık, umutsuz aşk, doğa imgeleriyle (gül, bülbül, kar, yağmur) iç içe geçmiş ve unutulmaz mısralar yaratılmıştır.
"Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza, siyah güller, ak güller!"
Mona Roza, Sezai Karakoç'un sadece gençlik dönemindeki lirik yönünü temsil eder. Karakoç, zamanla şiirlerinde ve yazılarında İslam medeniyetinin dirilişi, modernite eleştirisi ve metafizik arayış gibi çok daha derin felsefi konulara yönelmiştir. "Diriliş Nesli" kavramının öncüsü olarak, edebiyatımızda hem şiirin hem de düşüncenin önemli bir kilometre taşıdır.
Mona Roza, tartışmasız bir şekilde Sezai Karakoç'un imzasını taşır. Bu şiir, sadece bir aşk şiiri değil, aynı zamanda Türk edebiyatında bir dönemin ruhunu, gençliğin saf duygularını ve şiirin toplum içinde nasıl yaşayan bir varlığa dönüşebileceğinin de bir kanıtıdır. Onu okurken, bir şairin gençlik heyecanını ve bu heyecanın nasıl ölümsüz mısralara dönüştüğünü hissetmemek mümkün değildir.