Felsefe ve teoloji tarihinde, Tanrı ile evren arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışan pek çok görüş ortaya çıkmıştır. Bu görüşlerden biri, derin ve şiirsel bir dünya anlayışı sunan Panteizm, yani Tümtanrıcılık'tır. Panteizm, en basit tanımıyla, "Tanrı ile evrenin bir ve aynı şey olduğu" inancıdır. Bu yazıda, bu kadim düşünce sisteminin temellerini, tarihini ve temsilcilerini inceleyeceğiz.
Panteist düşünceye göre, var olan her şey—gökler, yıldızlar, dağlar, nehirler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar—bir bütün olarak Tanrı'nın ta kendisidir. Tanrı, evrenin ötesinde, ondan ayrı, kişisel bir varlık değil; evrenin tamamını kuşatan, onunla özdeş olan bir "tümel ruh" veya "ilk ilke"dir. Bu nedenle panteizmde, geleneksel anlamda dualist (yaratan-yaratılan) bir ilişkiden ziyade, monist (bütüncül) bir ilişki söz konusudur.
Panteist düşüncenin izleri Stoacılık'ta (Logos), bazı Hindu felsefelerinde (Brahman-Atman birliği) ve Plotinos'un felsefesinde görülebilir.
17. yüzyıl filozofu Baruch Spinoza, panteizmin en sistematik ve etkili savunucusu kabul edilir. Spinoza'ya göre, tek bir töz (substance) vardır, o da "Tanrı ya da Doğa" (Deus sive Natura). Onun panteizmi, rasyonel ve determinist bir yapıya sahiptir.
Romantik şairler (William Wordsworth, Percy B. Shelley) ve Amerikalı yazar Ralph Waldo Emerson (Transandantalizm) doğada ilahi olanı görerek panteist temaları işlemişlerdir.
Panteizm, insana evrende kaybolmuş değil, onun ayrılmaz ve değerli bir parçası olduğunu hatırlatan, derin bir metafizik ve spiritüel perspektif sunar. Doğayı mekanik bir sistem olarak değil, canlı, kutsal ve bir bütün olarak görmeyi teşvik eder. Spinoza'nın dediği gibi, "Her şey Tanrı'dan gelir, Tanrı'da var olur ve Tanrı'ya döner" anlayışı, onun özünü özetler. İster bir felsefi sistem, ister bir spiritüel yaklaşım olarak ele alınsın, panteizm, varlığa dair bütüncül ve derinlikli bir bakış açısı arayanlar için her daim ilham kaynağı olmuştur.