Nabizade Nâzım'ın 1896'da yayımlanan ve Türk edebiyatında ilk psikolojik roman denemesi kabul edilen Zehra, sadece bir aşk ve evlilik hikâyesi değil; aynı zamanda kıskançlığın bir insanın ruhunu ve çevresini nasıl tahrip ettiğine dair çarpıcı bir tahlildir. Roman, bu evrensel duygunun sosyal, kültürel ve psikolojik köklerini 19. yüzyıl İstanbul'unun atmosferi içinde sunar.
Kıskançlık teması, başta romanın kahramanı Zehra olmak üzere, onun eşi Suphi ve rakibi Mihriban üzerinden katmanlı bir şekilde işlenir. Zehra'nın kıskançlığı, sahip olma arzusu ve güvensizlikle başlayıp, zamanla obsesif bir hastalığa, hatta kötülüğe dönüşür.
Romanda kıskançlık, statik bir duygu olarak değil, gelişen ve yıkıcılığı artan bir süreç olarak ele alınır:
Nabizade Nâzım, kıskançlığı sadece bireysel bir patoloji olarak değil, dönemin toplumsal yapısının bir ürünü olarak da sunar. Zehra'ya dayatılan "itaatkâr eş" rolü, onun eğitimsiz bırakılmışlığı ve kocasının tek geçim kaynağı olması, onu güvensiz ve kıskanç bir karakter haline getiren sosyal zemini hazırlar. Kıskançlık, bir anlamda, kadının kendini ifade edemeyişinin ve güçsüz konumunun bir dışavurumu olarak da okunabilir.
Zehra, Türk edebiyatında realizm ve naturalizm akımlarının izlerini taşır. Kıskançlık teması, bir "tutku" olarak romantik bir şekilde değil, adeta bir laboratuvar gözlemiyle, sebep-sonuç ilişkisi içinde, yıkıcı sonuçlarıyla birlikte soğukkanlılıkla işlenir. Bu yönüyle, sonraki dönemlerin psolojik derinlik taşıyan romanlarına (Ör: Peyami Safa'nın eserleri) öncülük ettiği söylenebilir.
Zehra romanı, kıskançlığın basit bir "sevgi göstergesi" olmadığını; kökleri güvensizlik, benlik saygısı eksikliği ve toplumsal baskılarda olan, tedavi edilmezse hem bireyi hem de çevresini tüketen bir yıkım gücü olduğunu gösterir. Nabizade Nâzım, bu temayı işleyerek, okuyucuyu sadece bir hikâye okumakla kalmaz, insan ruhunun karanlık dehlizlerinde düşündürücü bir yolculuğa da çıkarır.